İki Düş Arası - Çiğdem Aytepe


İmbros uzanır kekik dallarıyla,
Rüzgar dalgalanır karışır maviye,
Toprak uzatır dirimi göklere!

İmbros dalgalanır Ege'yle,
İmbros...
Ege..
İki düş arası dalgalanır.

Sonsuz derinlikler;
Gerçek ve rüya birbirine bulanır.
Sonsuz uçurumlar,
Ve deniz...

İmbros uzanır,
İmbros...
İki düş arası.

2003 yılı Ocak  ayında bitirmiş olduğum İki Düş Arası, 2003 Mayıs ayında Ahter Destan hocamız yönetiminde Ankapella Korosu tarafından seslendirildi.

Sonrasında Ahter hoca eseri bırakmadı, 2004 yılında Macaristan'ın Debrecen kentinde gerçekleştirilen Bela Bartok Uluslararası Koro Yarışması'nda da seslendirdik. Oda Koroları kategorisinde ikincilik ödülü aldığımız bu yarışma, Avrupa'daki altı "Grand Prix" yarışmasından biri ve özelliği sadece çağdaş müzik seslendirilmesi; yarışmaya Bela Bartok'un ölüm yılı olan 1945'den sonra yazılmış eserler ile katılınıyor. Açıkçası böyle bir yarışmada eserimi seslendirerek onurlandırdı beni Ahter hoca.


Kendisinin katkısı çok bu esere. Onun felsefi derinliğini eserlere aktarışını, her eserin derinlerine inip koroyu da o sulara çekişini kendisinden sonra başka hiçbir şefte bulabilmiş değilim. Bu parçanın da ruhsal ve teknik dokusuna çok önemli katkıları var. Bir soru sorardı, anlardım; başka bir yol açılırdı. Sadece bu eser değil, öğrenciyken çalıştığım diğer kompozisyonlarım ve ilk koro eserim (Korku - Mayıs 2001) için de önemli katkıları vardır. 

Benim Lisans öğrenciliğim neredeyse tamamen onun yanında geçti. 

Konservatuvar'da (HÜADK) eskiden bir "Koro Şefi Odası" vardı. Koro Salonu'nun arkasında; rahmetli Muzaffer Arkan hocamızın yıllarca çalıştığı, konservatuvar'ın "karpuz lambaları floresan lamba ile değiştirilmemiş", modernleşmemiş emektar odalarından... İşte Ahter hoca da okula hizmet verdiği süre boyunca orada çalıştı, dersler verdi. 

O karpuz lambaların sarı ışığında Ertuğrul Oğuz Fırat hocanın şiirlerine bakmamız, şeflik çalışmaları, önümüzde partisyon; eserlerime yaptığı yorumlar, bu eserin adını da bir doğaçlama ile orada seçmemiz...  Gerçekten hafızamdan silinmeyen görüntüler. Ancak sürekli çalıştığım, neredeyse hiç çıkmadığım bu emektar odada pek fotoğraf çekmemişiz. Ahter hocamın ben Almanca ödevi yaparken  habersiz çektiği şu dalgın fotoğraf dışında:


Konuyu iyice dağıtmadan esere dönüyorum. Bestecilik eğitimi için ikinci kez lise okuyup nihayet lisans 4 olduğumda, 24 yaşındaymışım. Mezuniyetim için bir orkestra, bir de koro eseri çalışmıştım. "İki Düş Arası"nda benim açımdan en önemli olan neydi diye sorulunca; teknik detaylardan çok, büyülendiğim Gökçeada ve karmaşık bir aşk umudu diyebilirim. Ancak bence umut dediğimiz şey, çok zaman belirsizliğin kollarına sarmalanmış, ilgiye muhtaç bir varlık... Ben de "iki düş arası"nda o umutla ilgilenmiştim açıkçası.

2002 yazında; müzikoloji bölümünden ve Ankapella korosundan arkadaşım Gülen Ada Tanır, beni ve can arkadaşımız Sibel Bilgin'i Gökçeada'ya davet etmişti. Bu adanın beni böylesine etkileyeceğini hayal bile etmiyordum o zaman. Oysa, hayatımın en güzel tatillerinden biri oldu. 

Gökçeada'nın bu dünyaya ait değil hissi veren kayalıkları, uçurumları, patikaları, en yüksek tepesi olan Araşa'ya çıkışımız; işte orada  Ege'nin nefes kesen manzarası ve Rum yapımı, ufacık taş oda. Başınızı çarpmadan zor gireceğiniz bu yapıya ne denir bilmiyorum ama inziva için yapılmış olduğu besbelli bir yerdi. O yükseklik, o oda... Aslında orada bulunmak bile inzivanın ne demek olduğunu insana öğretiyordu o an. Tüm bunlar, beni gerçekten bu dünyadan almıştı. Büyülenmek başka nedir, bilmiyorum. 

Mezuniyet yılımda bir koro eseri yazmam gerektiğinde, gözümün önüne başka bir manzara gelmiyordu artık. En çok da deniz kenarındaki uçurumlar ve uçurumun tepesinden izlemekten tuhaf şekilde zevk aldığım dev taşlar; kayalıklar... Sanki denizin hemen altında, denizle birlikte titreşir gibi görünen o taşlar çağırıyor beni aşağıya doğru. Ve rüzgar uğulduyor kulaklarımda.

Parçanın girişi işte tam bu görüntüler ile geldi: Uçurumun tepesindeyim. Taşlar suyla titreşiyor ve çağırıyor aşağıya doğru... Rüzgar uğulduyor.

Gökçeada, 2002

Sonraları Milan Kundera'nın "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"ni tekrar okurken, ustanın yaşadığım bu hissi tanımlamış olduğunu gördüm:

Nedir göz kararması? Düşme korkusu mu? Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden? Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız. (age, II. Bölüm, 17. kısım)

Aslında tam olarak şu cümle:

Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur...

Eser boyunca uçurum kenarından Araşa'ya, oradan denize, rüzgara, toprağa dönüp durdum. Bir yandan da belirsizlik ve umudun girdabı hep orada, derinlerde saklı kaldı. Eser biterken, adadan ayrılışın, uzaklaşmanın sesleri de çıktı gitti... 

Kelimeler bir şiir gibi değil, hissettiklerimin yansıtıcıları olarak dizildiler. 

Bu eserin hikayesi böyle başladı ve bitti.



Sonra bu esere bir kardeş geldi: "Ölü Düşler". İçinde yine İmbros kayalıkları gizli. Bu parçayı, 2006 yılında İtalya Aosta'da yapılan koro besteciliği kursunda; -nur içinde yatsın- Vic Nees'in bestecilik sınıfında çalıştım. Fakat o hafta süründürdükçe süründürdüm eseri... Nihayet en son sabaha bitirdim; ama geç kaldığım için maestro Carlo Pavese'nin ellerinde icra edilmesi şansını kaçırdım. Belki de hazır değildim duymaya o zaman... Bilmiyorum. 

İnsan, kalbinin en derininde istediği bir güzelliğe kavuşur da sonra onu öteler mi? Öteliyormuş. Bana göre çok ağır bir duvara çarpma vakası oldu. Geçti geçmesine. Ama kalıcı yaralar bıraktı. O dönemde de başka bir şey hissedemediğim için böyle bir dışavurum yaşadım sanıyorum.  

Ta o zamandan beri bu iki parçanın sanki üçleme olması gerektiği hissini yaşıyorum. Bunu zaman gösterecek. Eğer yine bir umut duyarsam, o zaman üçüncü "İmbros" gelecek ve bir ABA formu olacak sanırım. 

Eseri anlatacağım diye kişisel dünyamın kapılarını bir hayli açtım. Ama aslında yazıp, kenarda köşede kalmış toz varsa temizleyim, karanlık bir yer varsa ışığa çıkarayım niyeti hep bunlar. 

Etraf ne kadar aydınlık ve düzenliyse; bugünü yaşamak, anlamak ve anlatmak o kadar daha kolay olacak diye ümit ediyorum.

Bu eserle ilgili tarihsel ve duygusal açıklamaların ardından, teknik açıklamalara da yer vereceğim.
Sanırım Ocak 2018'e doğru hazır olur. 




Yorumlar